Musa, Firavun ve Asım Hoca...Newton'un başına elma düşüp de yerçekimi kanunu çıkınca ve birinci sanayi devriminin ayak seslerinin tıkırtıları başlayınca, içten içe heveslenip heveslenip nerede bir elma ağacı görsem koşup hemen altına oturma isteğimin önüne geçemediğim yıllardı. Olsun diyordum benim de başıma bir tane düşerse sanayi devrimi olmasa bile başlaması mukadder olan başka bir şey diye yolumu bulur ve tarihe geçtiğim yetmezmiş gibi bir de coğrafyaya geçerim ki kıt kanaat biri olduğum için bu da bana fazlasıyla yeter de artar bile. Ama doğduğumdan beri başıma musallat olmuş olan bu son kerte kör talih şanssızlığımı unutarak iki adım ötedeki elma ağacını bırakıp sen git yüzyıllık koskoca kayısı ağacının altına otur. Düştü tabi. Öyle ki olgunlaşmaktan bıkmış usanmış iri bir kayısı kafamın tepesinde, tam da orta yerinde IŞID'in Kilis'de patladığı gibi pat diye patlayınca saçlarımı sıfırlarken ki bütün hayallerimin yanaklarımdan ve ensemden boyunlarıma akarak kuruyup uçup gitmesini şekerpare bakışlı gözyaşlarıyla izlemek zorunda kalmak gibi bir durum hasıl oldu. Bir yandan da azıcık aceleyle de olsa son çare akıllıca sayılabilecek bir davranışla o sırada melodisi zihnimde başıboş dolaşmakta olan Aldırma gönül aldırma türküsüne sarıldım. Türkü iyi gelmişti ama: Başıma düşe düşe bu mu diye düşünmekteyken iki üç yaşlarında bir erkek çocuğun alttan alttan öfkeli bakışlarının giderek yaklaşmakta olduğunu ve inadetmiş çatık kaşlarının seni sevmiyorum diye diye bana doğru çığlık çığlık bağırmakta olduğunu görüyorum. Ellerim başımı temizlemekteyken bedenim hafif eğilerek gözlerimle birlik olup neden diye soruyor. Ufaklık tekrar ediyor: Seni sevmiyorum. Neden. Seni sevmiyorum diye söylene söylene kayıtsızca bahçekapısına doğru şutu doksandan kıl payı auta çıkmış bir çim saha futbolcusu adımlarıyla uzaklaşmaya ve yani daha doğrusu gitmeye başlıyor. Bağırıyorum arkasından: Ben de seni sevmiyorum. Kızlar İstanbul hanımefendiliğinin inceliği ile garip garip seyrediyor. Bir ona bir bana derken onların da bakışlarının tabii ki yine bana doğru daha da sertleşerek ve keskinleşerek dönmeye başladığını görüyorum. Ve ne tuhaf: Seviniyorum. Ama başım ağrımakta. Ürpermekteyim tepeden tırnağa derinlerimden esen hafif bir rüzgarla. Bakışlarımı bir yere çevirecek bile takatim yok. Sinüzit diyor içimdeki doktor. Acaba doğru mu diye bir türlü inanmak istemesem de. Tabii ki yeni bir sanayi devrimi kadar olmasa da talebim yine de fazla gelmiş olmalı diye düşünerek dilekçemi geri mi çeksem diye dikenli tellere takılıp da kurtulmaya çalışmakta olan boynu ve ibiği sarı bir serçe misali binbir tereddütlü kuşkularla hırpalanmakta olduğumu farkediyorum. Zehir zıkkım olmasa bile acı bir sivri biber tadındaki bir gündüzün bitiminde: Akşam karanlığından sonra gece başlıyor. On Emir'i izlemekteyim yatağımın bir yerinde, bilgisayarımın bir yumuşakça yumuşaklığındaki keyifli tuşlarının sessizliği arasından. Uykum etrafımda dolaşmakta. O kadar yakın. Hatta bir ara birdenbire dalıvermiş olmalıyım ki, karımın hayaletinin belirmekte olduğunu bile zahmetli bakışlarla ancak ve zorlukla görebiliyorum gözkapakarımın kıprayıp kıprayıp en sonunda dayanamayıp aralandığı yanıbaşımda. Kızgın bakışları mavimsi mavimsi alev alev yanmakta: Neden her tarafı diyor demir demir kilitlliyorsun bu saatte, su içsem nasıl çıkacağım. Bakışlarımın aptal aptal olduğunun farkındaydım ama yüzüm nasıldı bilmiyorum. Ama gözucuyla da olsa Musa'nın kutsal dağa tırmanmakta olduğunu da görmekteydim. Hatta bir an için Firavun'un Nefertiti ile evlenmiş olabileceğini bile düşünmekteydim ki, demek tam da uyuklamış sayılmayabilirdim. Ama karım hızını alamamış olacak ki dozu azalmış bile olsa azarlamaya devam etmekte olduğunu farkediyorum sisler arasından, ağzımdan çıkacak bir çift söz kapı ağzında söylenmeyi beklerken. Ama müsrifliği sevmediğim için, tamam diyorum uyuklayan bir tek adet sözcükle, hangisinin ağrımakta olduğunu anlayamadığım iki dişimin arasından. Demirler diyor. Ne olmuş demirlere çıkar koy bir kenara. Git allaşkına diye uzaklaşıyor asık bir surat sesi edasıyla adımları, Devlet diye söylene söylene. Asım Hoca arıyor, kimse okumuyor diyor. Bir Hükümet sözcüsü Yargı Cumhurbaşkanı'na bağlı diye cevap veriyor. Allaalla diyorum. Niye Devlet dedi diyorum. Tam adalet hangi mülkün temelidir diye düşünmekteyim ki başlarım adaletine diye gaipden geldiğini düşündüğüm bir öfke sarsmaya çalışıyor bedenimi. Adaletin bu mu dünya diye bağırmakta ağaçların arasından bir arabesk ses kamyon sesine karışarak. Adaletin Afroditvari o güpgüzel bedeni geliyor gözlerimin önüne. Kaşları kirpikleri kıvrana kıvrana akil bir. Akil bir adam oynuyor tiyatro misali. İşte diyor içimdeki, işte demokrasi bu, diyor. Uykulu bakışlarımın yok olduğunun farkına bile varamadan kafam kendiliğinden sağ tarafa dönüyor. Ve tek bir ampulün görünebilmesi için bütün ışıkların söndüğü bir karanlığın içinden, demokrasi bu mu olmalı diyor kalbim parça parça çarparak: Tek dişi bile kalmamış bir canavar. Ve Kara Gölün Canavarı'nın yeşil pençeleri geliyor gözlerimin önüne. Ve Toros Canavar'nın postu. O korkuyla nasıl uyuduğumu yarın hatırlayacağım. Ve şükürler olsun kendimi Cumartesinden Pazara atacağım. Söz veriyorum korkumu yenersem: Özgürlük diye bağıracağım.
Yorumlar
Kalan Karakter: